Ankaragücü ile Gençlerbirliği arasında oynanan son derbi, futbol açısından belki hafızalarda yer edecek bir karşılaşma değildi. Sahadaki oyun, ne temposuyla ne de kalitesiyle izleyenleri tatmin etti. Teknik-taktik açıdan analiz edilecek çok fazla şey bulmak güç. Ancak bazen sahadaki futbolun ötesinde başka gerçekler konuşur. Bu maç da tam olarak onlardan biriydi.
Ankaragücü taraftarı, son yıllarda sahada yaşanan hayal kırıklıkları, yönetimsel krizler, transfer çıkmazları ve sürekli değişen teknik heyetler arasında yorgun düştü. Kırıldı, küstü, zaman zaman uzaklaştı. Ama işte o tribünler yine doldu. O kadar küskünlüğe rağmen, binlerce insan formasını giydi, atkısını taktı ve sevdasının peşinden stadyuma koştu.
Bu başka bir sevda… Mantıkla açıklanması güç, hesap-kitaba sığmaz bir bağlılık. Çünkü Ankaragücü taraftarı, sadece kazanmak için sevmez takımını. O formanın, o armanın, o sarı-lacivertin peşinden giderken, bazen sadece ait olma duygusunun peşindedir.
Bu şehirde Ankaragücü, sadece bir futbol takımı değildir. Bu şehirde Ankaragücü, sokaktaki çocuğun hayali, babanın hatırası, dedenin duasıdır. Kimi zaman bir semt kahvesinde başlayan sohbetin ortak paydasıdır. Kimsenin umursamadığı bir maçta bile tribünleri dolduran o insanlar, aslında bu şehrin ruhunu taşır.
Yönetimler değişir, teknik adamlar gelir geçer, futbolcular formayı giyer ve gider… Ama tribünler kalır. Ve o tribünler, bu kulübün en büyük gücüdür.
Gençlerbirliği maçında futbol adına yazılacak çok şey yok. Ama tribünler adına yazılacak bir roman var. O romanın adı: “Kırgın ama terk etmeyen sevda.”
Ve biz biliyoruz ki, o sevda bir gün bu şehri yeniden ayağa kaldıracak.